“Yaşam kaybetmeyi öğrenmektir. Kaybetme maceramız daha ana karnından çıktığımızda başlar. Hiç emek harcamadan hüküm sürdüğümüz, dünyanın en güvenli, en yumuşak korunağını,ana rahmini kaybederiz önce. Bizden intikam almak için bekleyen dünya,sanki niye çıktın oradan dercesine, gözlerimizi yakan ışıkları,kulaklarımızı tırmalayan gürültüsü, sıcağı, soğuğu, açlığı, dirliği, kiri, hastalığıyla saldırır üzerimize.
Ama biz de öyle kolay kolay pes etmeyiz. Kaybettiklerimizin yerine anında başka bir şey koyarız. Hem cennetimizi yitirsek o kutsal yerin sahibi olan annemiz bizimledir, üstelik yanında bir de baba verilmiştir emrimize. Dışarıdaki dünyaya başlayınca,kaybettiğimiz cenneti hemen unutuveririz. Ancak büyüdükçe annemizde babamız da bizden uzaklaşmaya başlar; onları kardeşlerimizle paylaştığımızı anlarız. Kardeşleriniz yoksa babayı anneyle, anneyi ise babayla paylaştığımızı fark ederiz. Bize gösterilen ilgi güden güne azalır. Azalan ilgi dünyanın bizden ibaret olmadığını gösteren bir uyarıdır aslında. Ama bu uyarıyı görmezden geliriz. Düşler kurar, hayaller uydurur, kaybettiklerimizin yerine yenilerini koyarak dünyayı kendimizi sanmayı, bu güzel yalana kanmayı sürdürüz.
Yeni yetmezlik çağımızda anne, baba sevgisinin yerini arkadaşlara duyulan bağımlılık alır.Arkadaşlarımızla hiç ayrılmayacağımızı düşünürüz. Keşke sonsuza kadar böyle aynı mahallede, aynı okulda yaşasak diye dilekler tutar birbirimize sözler veririz. Ama yıllar birer birer alır arkadaşlarımızı elimizden. Ancak yeryüzünde ne kadar kötülük varsa bizde de o kadar umut vardır.
Ergenlikle birlikte aşk denilen o büyülü, o rezil, o soylu, o kahraman, o korkak duygu utançtan kıpkırmızı olmuş bir yüzle çalar kapımızı. Aklımız, yüreğimiz birine takılır kalır. Bu kez yaşamın merkezine onu koyar, her davranışın, her duygunun, her düşüncenin anlamını onda ararız. Kendimizi onun gözlerinde izleyip bir benzerimizin bulduğumuzu sanarak, dünyanın en güzel, en olmayacak, en aptal düşünü kurarız. Artık mutluluğu yakaladığımızı sanarız.
Şansı yolunda gidenler belki mutluluğu yakalarlar, ama kısa süreliğine. Çok geçmeden, koca bir kamyonun küçük bir çocuğun bisikletini çiğneyip geçmesi gibi gerçek dünya, düşlerimizi parçalayıp verir elimize. Yaşam o kahrolası oyunlarından birini oynar bize İlk sevgili ellerimizin arasından kayıp bilinmeyen sularda kaybolup gider. Bu serüvenden bize düşen ise, dokunduğumuzda içten içe sızlayan bir yara gibi onun anısını sonsuza kadar yüreğimizin en derin yerinde saklamaktır.
İlk sevgiliyi yitiriş de bir uyarıdır aslında. Ömür tanrısı, gençliğin geçici olduğunu sezdirmek istemiştir ama bunun da farkına varmayız. Yeniden aşık oluruz, olduğumuzu zannederiz, severiz, sevdiğimizi zannederiz ve kaçınılmaz sonuç: Evleniriz.
Biriyle birlikte yaşarsak, yazgılarımızın birleşeceğini, yargılarımız birleşince de kaybetmekten kurtulacağımızı zannederiz. Derken, çocuklarımız olur. Yaşam bir yandan alırken bir yandan da vermektedir, diye düşünerek, kurnaz bir tüccar gibi kandırırız kendimizi. Oysa o gözü pek yol arkadaşı, o deli dolu gençlik, bedenimizdeki gücü, tazeliği, ruhlarımızdaki sert fırtınaları toparlayıp çoktan terk etmiştir bizi. Derken annemiz, babamız en büyük ihaneti yapar: hangi yaşta olursak olalım, henüz yeterince büyümediğimiz bir anda tek başımıza bırakıp giderler. Ağlarız, yıkılırız, öfkeleniriz, kahrederiz ama ne yapsak boşuna, ömür rendesi durmadan bir şeyler eksiltecektir yaşamdan. Taa ki artık taşımakta zorlandığımız yorgun bedenimizi, bıkkın ruhumuzu sonsuza dek teslim edene kadar.
Ama tuhaftır kaybedeceğimizi bilsek de yine de yaşamayı sürdürürüz. Çünkü hiçbir yerde yazılı olmayan o büyük yasa böyle demiştir. Çoğumuz kaybettiğimizin bile farkına varmayız, her gün biraz daha azala azala yanmakta olan mum gibi tükeniriz. Bazılarımızsa bu acı gerçeği fark eder. Fark edenlerden bir kısmı kaybetmeye dayanamaz, oyunda yenildiklerini anlayınca mızıkçılık yapan çocuklar gibi, hem kendisinin hem de çevresindekilerin günlerini cehenneme çevirip, mutsuzluk denizinde ağı ağır boğulup gider.
Diğerleri ise bir gün yok olacaklarından emin oldukları halde ne heyecanlarından ne umutlarından ne de sevinçlerinden vazgeçerler. Sonunda başlarına neler geleceğini bile bile ölümle sınırlı bu maceranın her evresinde her anını merak eder, bir çocuk gibi şaşarak ve hayretler içinde kalarak yaşarlar. Mutluluğa indirgenmiş bir yaşam, yoksul geçirilmiş bir ömürdür. Yaşamı mutluluğa indirgeyenler de ruhsal açıdan yoksul kimselerdir.
Ruh zenginliğini kazanmış olanlar, yaşamı acısıyla, mutluluğuyla, ihanetiyle, çirkinliğiyle kabul edenlerdir. Onlar ki, kaybetme sanatını öğrenmişlerdir, bu yüzden yaşama katlanabilme yeteneğini geliştirmişlerdir.”
Kukla, Ahmet Ümit
Benzer Kitap Sözleri
- Taylor Jenkins Reid: Bazen kendimizi kaybetmemiz gerekir.
- Oğuz Atay Sözleri: İnsan seviyorsa kaybetmekten korkar.
- Taylor Jenkins Reid: Ve insan bazen kaybetmez, sadece “öğrenir.”
- Erkan Sarıyıldız: Bir şeyin olmayınca kaybetmekten de korkmuyorsun.
Bir yanıt yazın